3 Nisan 2015 Cuma

Trendeki Kız - Paula Hawkins | Kitap Yorumu #2


Kitabın Adı: Trendeki Kız
Yazarın Adı: Paula Hawkins
Yayınevi: İthaki Yayınları
Sayfa Sayısı: 360
Tanıtım: Rachel her gün aynı trene binip aynı çifti izliyordu. Çiftin başına gelenleri bütün ülke duyduktan sonra, hayatlarına dâhil olmaya karar verdi.




Bu kitabı neden alıp okuduğumu şu ana kadar birçok kişi tahmin etmiştir: Kapağı yüzünden. Gerçekten o kadar ilgi çekici bir kapağı var ki insanda hemen alma isteği uyandırıyor ve resmini gördükten kısa süre sonra içinizde oluşan o dürtükleyici "Bu kitabı almak zorundasın!" hissine hakim olmakta başarılı olamıyordunuz. Sonuçta alıp okuyor ve düşünceleriniz de haklı veya haksız çıktığınızı anlıyordunuz ama ben, şu anlık buna karar verebilmiş değilim. 

İlk başlarda kitap güzel gidiyordu, nedendir bilmem ama ben bu tür depresyonik düşüncülerin olduğu kitapları mizah veya başka tür kitaplardan daha çok sevmiş, insana daha fazla şey kattığını düşünmüşümdür ki bazı güzel yerlerin altını çizdim, bazı yerleri ise yırtıp koparmak istedim. 

Mesela o güzel yerden birkaçından alıntılar: "Hayat bir paragraf değildir ve ölüm de bir parantez." (sayfa: 22) 

"Bildiğim tek şey, bir an her şey yolunda gidiyor, hayat güzelleşiyor ve hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor, sonra bir anda uzaklaşmak için can atıyor, allak bullak, darmaduman oluyordum." (Sayfa: 39) 

"Terapi seanslarından anladığım buydu: Hayatınızdaki boşluklar kalıcıydı. Tıpkı beton kenarındaki ağaç kökleri gibi onlarla büyümeniz gerekiyordu; boşlukların içinden çıkıp şekillenmeliydiniz." (Sayfa: 117) 

"Hiçbir şey, sonsuza kadar bilinmeyecek olmak kadar acı veremezdi." (Sayfa: 173) 

Çizdiğim birçok yer var ama sadece en etkileyici olanları buraya yazdım, yoksa bu alıntı kısmı uzayıp giderdi. 

Alıntılar bir yana, kitapta üç tane karakterin POV'u yani o karakterlerin ağzından anlatılmış bölümleri vardı: Rachel, Megan ve Anna. Zaten bu üçü haricinde kitapta çok fazla karakter bulunduğu söylenemez, bundan bir önce okuduğum kitaptan oldukça farklıydı ve isimleri hafızamda tutmayı başarabildiğim için kendi kendimi kutladım!! 

İçlerinden en çok bölümü olan Rachel, ev arkadaşı işten atıldığını çakmasın diye her gün sabah 8'deki Londra trenine üşenmeden binen bir karakter. Bu şahıs, trenleri sevdiği gibi her gün Jess ve Jason adını taktığı çiftin evinin önünden geçiyor, tren durduğunda ise onları izliyor. Bu, evi sapık gibi gözetlerken bir gün Jess'in Jason'a hiç benzemeyen bir adamla öpüştüğünü görüyor, ertesi günse Jess'in ortadan kaybolduğu haberi etrafa yayılıyor. Jess ismini verdiği kişinin Megan, Jason'ın ise Scott Hipwell olduğunu öğrendiği gibi Megan'ın kaybolduğu gece kendisinin de olaya dahil olabileceğini düşünüyor. 

Kısaca konuyu özetlersek böyle. Açıkçası ilgi çekici bir gizem/gerilim romanı olduğunu söylesem de içindeki klişelerden, karakter azlığının ne gibi sorunlara yol açtığını söyleyeceğim. 


Neredeyse kitaptaki her bir karaktere ayrı ayrı gıcık oldum, kendimi yerden yere atmak istedim desem tam yeri olur. Ciddiyim, zaten az olan karakterler sürekli aynı şeyleri yapıyor, yapıyor ve daha çok yapıyor. 

Rachel'ın içip içip eski kocasına mesaj atıp durmasından, "kendimden nefret ediyorum" havalarından, durmaksızın bilinç kaybı yaşamasından kısa süre sonra bıktım. Yeter kadın diyorum, atma şu mesajları. Yazma e-posta, unut şu eski kocanı, arama, YETER... Ama olmuyor. Rachel denen depresyonik karakter kocasına saplanmış, sürekli eski kocasının yeni karısından (kısacası Anna'dan) şikayet edip kendi durumuna yakınıyor. Haliyle Rachel'ın parası, zihni, davranışları daha çok derinlere batmaya başlıyor; kendi sonunu kendi yazıyor. Halbuki bıraksa şu içkiyi, durdurabilse kendini bunlar olmayacak!

Üstelik her karakter birbirinden o kadar ayrı dengesiz ki "Sağınız solunuz belli olsun be, ayıp yahu!" diye isyan ettiğimi hatırlıyorum. Tom (Rachel'ın eski kocası) okuduğum en şerefsiz karakter. Bir gün iyi, bir gün kötü; bir gün tatlı, bir gün çirkef. Bu böyle gidiyor ve Rachel'ın akıllanıp uslanacağını sansam dahi son zamana kadar kitap şu döngü içinde okuyucuyu bunaltıyor: Yine içmiştim, yine ona mesaj atmıştım/aramıştım, çok pişmandım, kendimden nefret ediyordum. Keşke atmasaydım, keşke şöyle böyle olmasaydım... Keşke... Ve biraz daha "keşke"ler araya giriyor, Rachel'ın hafızası insana oyunlar oynuyor. 

Sayfa 167 civarlarında Rachel'ın düzeldiğini sansam da öyle olmadığı ilerleyen bölümlerde anlaşılıyor ve size önerim: FAZLA UMUTLANMAYIN.

Ayrıca Rachel'ın kimseye hayır diyememe gibi bir özelliği var. Scott bunu sürekli arıyor ve gelmesini söylüyor, Rachel başlarda gitmek istese bile sayfalar geçtikçe gitmek istemiyor, fakat yine de hayır diyemiyor. Bu da beni zıvanadan çıkarıyor. Çünkü kadın hem kendine hem de Scott'a zarar veriyor ama yazar bir türlü buna dur diyemediği gibi Rachel'ı güçsüz bir karaktere dönüştürmüş kanımca. 

Rachel kendini ezdirip yerin dibine sokuyor, Anna ise bunu fırsat bilip "Ben havalı, dayanılmaz, çekici biriyim," havalarında geziniyor. Affedersiniz ama Anna'nın o g.tünü alıp parçalamak istedim, o kadar çok sinir oldum ki Rachel'ın yerinde olsaydım, Anna ve Tom'un saçma sapan çocuğunu çalmak yerine Anna'yı gebertir, huzura kavuşurdum. 

Neyse, sakinliğimi koruyarak devam ediyorum. 

Kitapta belirli favori bir karakterim olamadı çünkü kime bağlanmaya çalıştıysam yarı yolda kaldım. Anna ve Rachel'ı baştan sevmiyordum zaten ama Megan'da beni hayal kırıklığına uğrattı. 

Megan, daha 15 yaşındayken erkek kardeşi Ben'i kaybetmiş ve başından sayısız tane kötü olay geçmiş biri. Başlarda Megan'ın düşüncelerini seviyordum; mutlu olunabilecek şeylere sahip olabilmesine rağmen içinde bir boşluk büyüyor, geceleri uyuyamıyordu. Bu halleri daha iyi, daha okunabilirdi. Psikologu ile yatmaya başlamasaydı, Anna'da olduğu gibi "Ben dayanılmaz biriyim" havalarına girmeseydi her şey onun için daha basit olabilirdi. En azından ölmezdi. 

Bilemiyorum ama kitaptaki herkesten ayrı ayrı nefret ettiğimi söylesem yeridir. Hepsi ayrı cins, hepsi bir ayrı kafa. Olması gereken bu belki ama bir karakter dahi düzgün düşünemez yahu? Neden yani? Niye hepsi bir salaklık peşinde? 

Anlayacağınız üzere kitabın sonunu da beğenmedim. Bence çok Hollywood vari bitti. Kötü adam ölür, geriye kalanlar iyi ya da kötü, bir şekilde yaşar. Katilin kim olduğunu 127. sayfada tahmin etmiştim ve o çıkmasına da hiç şaşırmadım. Sadece Megan ile olan ilişkisine şaşırdım çünkü yazar bu konuda çok bir şeyden bahsetmediği gibi Megan'ın kaybolduğu geceyi Rachel'ın hafızasında kapalı kapılar ardında tutuyordu. 

Sonda beğendiğim bir yer varsa o da, Anna'ya olanlar. Anna kendini Rachel'dan üstün görürken bir anda kendini onun gibi buluyor. Tabii bu durum karşısında "KAPAK OLSUUUN" diye bağırmaktan geri duramadım. ( Her şeye rağmen Anna ve Rachel'ın arasının düzeldiğine emin değilim.)  

Son olarak kızıl saçlı adamla Rachel arasında bir şeylerin geçmesini isterdim. Yani hem daha umut dolu biter, hem de bir yıldızı daha hak ederdi. 





2 :|

2 yorum:

  1. Kitabın kapağı o kadar ilgi çekici ve harika ki, çoktan alacaklar listeme eklenmişti. Kitaptan beklentim çok çok yüksekti ama ister istemez bu yorumu okuyunca şoka uğradım...
    Belki ben kitabı alınca seveceğim, bilemiyorum lakin anlattığın şekildeyse kitap bir adım geri atmamda fayda var. En iyisi birkaç arkadaşımın daha yorumunu bekleyeyim! :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kişiden kişiye değişir ama şahsen ben pek beğenemedim. Yani bilemiyorum, katilin kim olduğu apaçık ortadaydı ve karakterler insanın canını sıkmaktan başka bir şey yapmıyor :/ Yine de beğenenler olabilir ki neyini beğendikleri konusunda merak içindeyim :D

      Sil